içerik yükleniyor...Yüklenme süresi bağlantı hızınıza bağlıdır!

İnsanlığın Varoluşundan, Kıyamete Kadar Savaş

 

 Kürt meselesinde geldiğimiz noktayı, Cumhurbaşkanı Erdoğan, “İnsanlığın varoluşu ile başlayan kıyamet kadar sürecek bir mücadeledir” şeklinde özetledi. “Nerden baksan, tutarsızlık” türküsünü andıran bu veciz ifade, aynı zamanda derin bir aczin de, ifşasıdır. Önceki iktidarlar, savaşın ömrünü, mevsimlere bağlı açıklamalarla geçiştirmeye tercih ederlerdi. Bu bahar bitmese, gelecek kış “ya bitecek ya bitecek” şeklinde toplumu savaşla yaşamaya, alıştırmaya çalışırlardı. Ancak kaç leylim bahar, kaç kış geçti; geldiğimiz nokta, yine savaşa, tarih biçmenin ötesine geçmedi. Bu kez bir farkla, mevsimler kifayetsiz kaldı. Savaşın sonlanması, kıyamete bırakıldı. Ve ülkemizin geleceğinin, savaşla biçimleneceği müjdelendi. Dünyada bu türden sorunlarla karşılaşıp, belirli bir zaman periyodunda çözen, o kadar ülke var iken, bizim, çözüm bekleyen sorunlarımızı, kıyamete nikahlatmanın nedeni, izaha muhtaçtır.

   Topluma sorunu, izah etmesi gerekenler, kan ve şiddetle besleniyor olduklarını örtmek için; barış ve  demokratik çözüm talebinde bulunanları, terörü desteklemekle yaftayalarak, güdümlü yargı eliyle cezalandırmaktadırlar. Toplumun aydınlıktan yana güçlerini teröre destekle suçlayan ve çözümü sonsuzluğa erteleyen; ülkeyi iç savaşa sürüklemek isteyen,  egemen zihniyetin tam da, kendisidir. Zira, savaşı kaderimiz olarak bize empoze etmek isteyenler;  kanla beslenmek dışında inandırıcı nedenlerini,varsa ortaya koymalıdırlar.

Demokratik çözüm  isteyenler; aynı zamanda savaşın gerekçeleneceği sorunların ortadan kalkmasından yana mücadele ederek, şiddetten uzak, barış içinde bir  yaşam tasavvuruna sahip olduklarını ortaya koymaktadırlar. Bir başka ifade ile, şiddetin her türüne karşı olabilmek için, şiddete kaynaklık eden sorunları, ortadan kaldırmak gerekliliğine olan inançla hareket etmektedirler. Demokratik çözümden yana güçleri cezalandırmayı hedefleyenler aynı zamanda sözün yerine şiddeti ikame etmeye çalışmaktadırlar.Barış güçlerini,, teröre destekle suçlayarak toplumdan izole etmeye çalışmak,hattı zatında ilelebet savaşla yaşamak zorunda olduğumuz algısını güçlendirmeye dönük bütünlüklü bir planın parçası olarak öne çıkmaktadır.

    Siyasi geleceklerini iç savaşta arayan egemen güçler,savaşı toplumun kaçınılmaz kaderi olarak empoze etmeye çalışmaktadırlar.Her ne kadar açık bir anlatıdan kaçınıyor olsalar da, iç ve dış siyasetteki yaklaşım ve açıklamaları, niyetlerini anlamamız için yeterli veri içermektedir.

                      Kürt Karşıtlığı, Sonsuz Savaşın Asıl Nedeni

Türkiye’nin, İsrail ve Rusya ile barışmak için yoğun bir çaba içinde olduğu gözlenmektedir.Bu çabayı, başbakan  Binali Yıldırım “düşmanları azaltma, dostları çoğaltma” politikasının gereği olarak özetledi. Ancak burada, ayrıntının gölgesinde, gözden kaçan bir başka unsur, Suriye politikasından çark etmeye çalışıldığı gerçeğidir. Bugüne kadar sürdürülen Suriye politikasının vebalini, önceki başbakan Davutoğlu’na yükleyerek,Suriye’de yeniden inisiyatif almak için Rusya ve İsrail ile gerilimi düşürmeye çalışmaktırlar. Returs’a konuşan üst düzey bir AKP yetkilisinin, Kürt hakimiyetine karşı, Esad’la aynı siyaseti izlediklerini  altını çizerek ‘’ Esad, sonuçta bir katil. Kendi halkına işkence ediyor. O konuda tavrımızı değiştirmeyeceğiz. Ama Kürtlerin özerkliğini desteklemiyor.Birbirimizi sevmeye biliriz ama bu konuda aynı siyaseti savunuyoruz.”  Beyanı;  AKP’nin, Esad’ın gitmesinde ısrardan çark edebileceği gibi, Esad kabul ederse,Kürtlere karşı zorunlu ittifaka hazır oldukları, biçiminde okumak mümkündür.

   Suriye politikasında, şimdilik değiştirmeyecekleri tek yaklaşımın,  Kürtlerin, şu ya da bu biçimde özgürleşmelerini, engellemek olduğu, görünmektedir. Kürtlerin şeytanla kavga ettiğini duysalar, şeytanla işbirliğinin yollarını aramaya çalışmak, bu olsa gerektir. Olayın ironik tarafı ise, barış ve hoşgörü dinini savunduklarını iddia edenlerin, Kürtlere karşı içine düştükleri düşmanlık güdüleri ile, ülkeyi sonsuz bir savaşa sürüklemeye değer görmeleridir. Bugün, Rusya ve İsrail ile barış istemeleri bile ;  Kürtlere karşı sürdürülebilir topyekun bir savaş için, pozisyon kazanmaktan ibaret olduğu görülmektedir. Yürüttükleri politikada, barış söyleminin kendisi, savaş stratejilerinin ucuz bir taktiği olarak öne çıkmaktan ibarettir .Bir başka ifade ile, onların nezdinde savaş,  demokratik çözümle inşa edilmiş barıştan, daha evladır.

                                   Gelinen Nokta Sadece AKP’nin Eseri mi?

 Toplumsal düzenlerin otoriterleşmesi, demokratikleşmesi ya da mevcut toplumsal formasyonun aşılması bir takım tarihsel, toplumsal, siyasal koşullara bağlıdır. Nesnel ve öznel koşulların uygun olması ve mevcudu değiştirmeye namzet örgütlü bir iradenin olması değiştirebilmenin, gerekli koşullarıdır. Yani, keyfi bir biçimde,nesnel ve öznel koşullardan bağımsız olarak, biri çıkıp ülkeyi diktatörleştiremez ya da demokratikleştiremez.Türkiye’nin  içine girdiği otoriterleşmeyi bu genel kurallardan bağımsız ele almak eksik ve yanlış bir değerlendirme olur. Yani ortada hiçbir neden olmaksızın bir lider çıkıp kendini diktatör ilan etmedi. Halkın bir kısmı nedensiz bu duruma boyun eğmedi. Nedenleri tarihsel boyutta irdelemek başlı başına bir çalışma konusudur. Dolayısıyla, burada öne çıkan birkaç unsurla konuya kısa bir giriş yapmaya çalışacağım.

  1-Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlıdan devir aldığı Kürt sorununu çözmek yerine, baskı ve şiddet yolu ile öteleyerek bugüne zemin hazırladı. Sorunu çözerek, demokratik bir cumhuriyet inşa etmek yerine sorunla birlikte yaşayarak totaliter bir rejim inşa etmeyi tercih etmiş oldu.

2- Türkiye Osmanlı döneminde yaşanan Ermeni felaketi ile yüzleşmek yerine onu yok sayarak bugüne taşıdı. Yüzleşmek, tekrarı engelleyici bir işlev göreceği gibi, farklı kimlik ve inançlarla birlikte  yaşama kültürü geliştirmiş olacaktı.Bir başka ifade ile farklı kimliklerle demokratik kültür geliştirilmesinin önüne set çekildi.Benim gibi olmayan benim düşmanımdır algısına dayalı her türden farklılık vatan hainliği ile eş değer gören anlayış şamil kılındı. 

3- Cumhuriyet Türkiye’si  hilafete son verdi, ancak Diyanet başkanlığı aracılığı ile  dini kontrol altında tutmaya devam etti. Cumhuriyet, dinle, devlet işlerini, tam manasıyla ayırmadığı için din, her daim siyasetin bir kalemi olarak varlığını sürdürdü. Yani Türkiye’nin  gerçek manada  laik bir ülke olmaması, dini, siyasetçilerin kullanımı ve istismarına açık tutu. Bundan dolayıdır ki, saray, hiçbir özel yasaya gerek duymadan diyanet eli ile, “muhafazakar” toplum mühendisliğine soyunabiliyor.

4- Cumhuriyetin otoriter karakteri nedeni ile toplum, örgütsüzlüğe mahkum edilmiştir. Resmi ideolojinin fraksiyonları dışındaki partiler yasaklanmış, resmi ideolojinin iz düşümü kitle örgütleri ve dernekler dışındakilere izin verilmemiş, örgütlü toplum geleneğinin mayalanmasına engel olunmuştur. Bu aynı zamanda demokratik siyaset kültürünün gelişmesine ket vurmuştur. Partiler ve kitle örgütleri, başkanlarının iki dudağı arasından çıkan sözle yönetilen, katılımcılık ve demokratiklikten  uzak  kurumlar olarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Dolayısıyla, siyasi kültüre hakim olan, monolotiklikten beslenen otoriterlik olmuştur. Bu  siyasal atmosfer, aynı zamanda ülkenin otoriterleşme süreçlerine muazzam düzeyde  kaynak  girdisi yapmaktadır.

 

   Bu maddeleri çoğaltmak mümkündür, ancak bu dört madde, bugünkü tabloya eklenince dert anlatmaya yeter  niteliktedir.

  Bugünkü tabloya baktığımızda, HDP hariç; parlamentoda bulunan partilerin çözülmemiş bu sorunlar manzumesinin çözümsüz kalması noktasında, birbirleri ile rezonans içinde olduklarını görmek mümkün. Monolotik politik kültürün eseri olan partiler, otoriterleşme sürecinde Saray AKP’sinin satrançtaki piyonları olarak işlev görmektedirler.

Ermeni felaketi ile yüzleşmemek adına zımnen her vatandaş  tek millet, tek din, tek mezhebin asli unsuru sayıldı. Öyle ki, Alevi ve Kürt olan Kılıçdaroğlu, mezhep olarak Sünni, kimlik olarak Türk rolü oynama ihtiyacı duydu. Cumhuriyetin tek tip toplum yaratma amacı, aynı zamanda otoriterleşmeye hazır, kaynak olarak herdem ulaşılabilir oldu.

 

   Konu Kürt meselesi olunca, her türlü savaş biçimini, en barbarca uygulama yanlısı MHP; Haziran seçimlerinde iktidardan düşen sarayın burçlarını restore etmek için, seçimin yenilenmesi ve iktidarın saraya  teslim edilmesi görevini, başarıyla ifa etti. Kaldı ki MHP’den başka türlüsünü beklemek, hayal dünyasında gezinmek olurdu.

  Değişik tavır sergilenmesi beklenen CHP yönetici kliği, önce Baykal’ı saraya göndererek, sarayın oyun kurmasına yardımcı olduğu yetmezmiş gibi,  siyasal süreçlerin her kritik virajında bu politikayı tekrarlamayı önemli bir görev olarak ifa ederek, sarayın darbe planında, işlevsel görevüstlenmiş oldu.

    CHP yönetici eliti ,savaş tezkeresine evet oyu ile destek verdikten sonra , barış için sokaklara inme çağrısında bulunması ‘’Beşerdir, şaşar.’’ özdeyişini siyasete tercüme ettiği gibi, sarayın savaş histerisini kabartmasında, rol üstlendi.

  Dokunulmazlıkların mecliste oylanması sürecinde parti çoğunluğunun eğilimini dikkate almadan, “Anayasaya aykırı, ancak halka anlatamayız” diye evet demeyi tercih etmesi, yasamayı ilga etmesi ile eş anlamlıdır. Hakikati,  halka anlatma ferasetinden uzak siyasetçilerin sarıldıkları koltuklar, aslında sarayın büyük koltuğunun ayaklarından başka bir şey değildi.

  ‘’Dokunulmazlıkları Anayasa mahkemesine götürecek olanı, partiden atarım.’’ tehditi ise, Sarayın siyasi kültürü ile aynılığının bariz bir örneğidir. Saray; ülke iktidarını elinde bulundurması nedeni ile, kendisi gibi düşünmeyen kimseleri ya cezaevine tıkıyor ya da mallarına el koyuyor. CHP yönetici kliği ise, kendisi gibi düşünmeyeni, partiden atarak cezalandırmayı tercih ediyor. Otoriterleşmeye karşı, meşru direniş hattı örmeye çalışanları ya da anayasal haklarını kullanmayı düşünenleri, partiden atmak isteği, sarayın diktatörlük inşasının karşısında engel olabilecek güçleri ortadan kaldırmaya çalıştığı gib,i büyük sarayın sınırları içinde  küçük bir köşkü olduğunu ortaya koymaktadır.

    CHP yönetici elitinin,rotasını kayıp etmişçesine saraya verdiği  destek sayesinde, siyaseten eli güçlenen saray, Kürtlerden sonra  batıda seküler yaşama karşı kapsamlı bir saldırı başlattı. Elinde tuttuğu devlet gücüyle, bir taraftan seküler yaşam tarzına karşı linç kampanyası yürütürken, buna  eş zamanlı olarak gezi direnişinin rövanşını almaya hazırlanmaktadır.

   Radikal bir şekilde politikasını değiştirmezse, mevcut  hali ile ana muhalefet partisinin, sarayın, ülkeyi diktatörlükle yönetme emellerine engel olma çabası, beyhude bir mizansenin ötesine geçemeyecektir.

   CHP yönetici kliği, yasamanın ilgasında, ustanın asistanlığına soyunarak, otoriterleşme hamlelerinin, payandası konumuna düştü. Denilebilirki, sarayın parlamentoyu devre dışı bırakma girişimine, evet diyerek, kendi varlık gerekçesini yadsımış ve ayağına kurşun sıkmış oldu.  Fatih camisinde Kılıçdaroğlu’nun ayaklarının önüne atılan o nesne, parlamentoda ayağına sıktığı merminin  kapsülünden başkası değildi. 

  Çözülmeden halı altına süpürülen meselelere , bugünkü siyasal tablonun yarattığı dalgalanmalar eklenince, geriye saraya,  risk almadan diktatörlük sörfü yapmak kaldı. Saray ise  bu süreci, başarıyla yürütmektedir.

 Bütün olumsuz koşullara karşın, her şey bitmiş değil; barış, emek, özgürlük güçlerinin asgari müşterek bir program etrafında, bir araya gelerek mobilize olmaları durumunda, açığa çıkaracakları sinerji, muazzam değişimler yaratabilme kapasitesine sahiptir. Bu hedefi gerçekleştirmek, beklenen felaketten önceki son çıkışlardan biri olarak, görünmektedir.

Bu yazı 5809 defa okunmuştur.
YAZARIN DİĞER YAZILARI
FACEBOOK YORUM
Yorum